yaşamak emin olamamaktır

25 Yaşına kadar hep; dünyada herkes eşittir fakat aynı yaşantılara sahip değildir, bu sebeple ‘herkes kendi fikirleriyle var olur’ diye düşündüm. O yaşa kadar, kimseye kızmadım, belki tasavvuf mecralarına olan muhabbet belki genetik dervişanlık bunu yaptı ancak tek bildiğim şey hiç kimsenin hiçbir şeyden sorumlu ya da suçlu olmadığıydı. Merak etmek ya da bilmek kişisel bir ihtiyaçtı ve elindeki görünmez kudret kendini boşvermişliğin koynuna bırakabilirdi. Buna o kadar emindim ki, ‘herkes kendine’ diyordum. Epeydir yalnız yaşıyor olmamın verdiği muazzam bireysellik hissi bunu desteklemiş olmalı, zira kötülük dediğimiz olgu, bir algıdan ibaretti ve muğlak kavramlar ülkesinde kötülük, bir yanda zulüm gibi görünürken, diğer tarafta belki anlamsız belki de iyiliğe karşılık geliyordu. Sırf bu ikilik bile aklımdaki tanımların menteşelerini söküyordu ve artık cehennemi başkalarında aramayı bırakmıştım.

26 yaşıma bastığım gece, içim öyle bir kızgınlık ve kederle doldu ki, düşünmekten uyku ve yemek harama dönüştü. Çünkü artık herkesi her şeyden mes’ul hissediyordum, herkes her şeyden sorumludur. Hiç kimse yaşantı, sızı, sevinç bakımından eşit değildir ve bu dünyada adalet belki bir mahalle ismi ya da bir dostun adıdır. Bu düşünsel milat öncesi sessiz bir kıyıda oturup, kahvemi içip güzel bir kadını öperek, yeni yazınlar keşfetmekten keyif alırken, şimdi dünyanın herhangi bir yerinde saçma sapan bir sebepten acı çeken tüm canlıların ızdırabını göğsümde hissediyor, gülümserken bile kahkaha atmaktan uzak duruyordum. Bu algısal devrim, kişisel keşiflerimi de alabildiğine farklılaştırdı. Artık boş ve uzun konuşmalara zerre tahammülüm kalmadı, sonunu tahmin ettiğim bir konuşmanın başında midem bulanıyor, ‘bu konuda sizi daha fazla dinleyemeyeceğim’ diyorum, çünkü kolektif doğrular, insanın ruhuna perde. Benim doğrularım yok, inandıklarım değişir. İnsan değişir. Buna rağmen, kıt kişisel keşiflerin ve -insanlık değil insanların inançlarını kendine yaşamak olarak tanımlamış- insanların kesinliği beni yoruyor. Söz gelimi bir hayale inanmış insan, bu hayal için beyninin gelişmiş kısımlarını gözardı edip, elleriyle cana kıyabiliyor, sırf ruhsal bir mükafat için kendini, başkasını ya da insanlığı öldürüyordu. Bunu kabul edemiyorum, bilginin akışkan olduğunu düşünürken, bir yerde bilmemenin gururunu taşıyan ya da statünün verdiği kurumsal hazların kör ettiği gözleri anlamak mümkün değil.

Yaşamak, emin olamamaktır. Sonraki günü iştiyakla merak etmek ve selam vermektir. Sadece şahsi ve ailevi çıkarlarını gözeten, kendi gerçekliğini tek hakikat kabul edip, bunun dışına cühelalar der gibi ukala bir edayla tebessüm edenler, ah, böylesine cüretkar insanlar, yaşayan ölülerden farksız.

Ölümü kutsal buluyorum, yaşamayı da. Ve artık herkesin her şeyden sorumlu olduğunu düşünüyorum. Göstermelik bir duyar ya da sohbet arasında bir virgüllük keder değil, belirli bir yaşantı üstüne en azından kendini keşfetmeyi sürdürmüyorsan, işte bu fenadır. Bütün kutsal metinlerin söylediği ana unsur bu, kendini bil, kendini tanı, kutsal olmayan her nesnenin yaptığı asıl ve asli unsur, kendini hissetme, uçlarını keşfetme. Dünyayı bilemiyorsan bile -ki bilmek ne mümkün- o zaman kendini bil, yan komşunu bil, sıra arkadaşını, yolda yanından geçen köpeğin gözlerini bil.

26 yaşında, hayatta hiçbir şeyi kavrayamadım ancak hissettim ki, dünya ezelden ebede bir sefalet ve burada oyalanmaya hayat diyoruz. Güzel yaşayabilmek için boyun eğmemizi istiyorlar, saçma genetik bağlarımız var ve tuhaf kültürler içinde sağa sola çarpa çarpa ilerliyoruz. Kendinle savaş diyorlar, içsel akışına yanlış diyorlar, gülme diyorlar, yürüme, söylediklerimizi tekrar et ve zaten her şey yapıldı/yazıldı, sen yapma, sen yazma diyorlar. Nafile.

Herkes, dünyadaki her zulümden ve başarıdan sorumludur. En azından şahsen artık böyle ilerliyorum, gün sonunda ruhumun ekimozlarına bakıp, şaşkınlıkla oturup kalıyorum.