bir mesrur düş, bir kadim keder

Sanat bir düş müdür? yoksa bir keder midir?

Sanatın niteliği sürekli aklımı kurcalıyor. Ortaçağ’ın sipariş ritüel ve dini resimlerinden gerçekçiliğe ve ötesine doğru bir yolda ilerlerken, bir diğer yandan gerçekçiliğin makinelerden ayrılan yanına yaklaşıyor ve yakınlaşıyoruz.

Damien Hirst’in ölü hayvanlarla yaptığı çalışmalar sanat unsuru olarak milyon dolar ederken, video oyunların sokaklarında koridorlarında dolaşırken gördüğüm heykellere ve oyun motorlarının yarattığı sahte fakat efsunlu ışığın sillesiyle kalakalıyorum. Sanat nedir? nereden başlar ve nerede biter? Belki küçük bir pusula niyetiyle ya da kurban töreni için duvara resmedilen bin yıl öncesinin hayvanları da sanatsal tellere dokunup estetik salınımlar yaratırken içimde, yüz yıl önce Bouguereau’nun türlü kaya ile yağın birleşimiyle elde ettiği renklerin tutkallı kumaşlarda aksettiği azizeler de aklımın kıvrımlarını kurcalıyor. Bu kadar geniş bir spektrumda hem böylesine var olup hem de böylesine yok olmak nasıl bir çelişki.

Sanat görülen en güzel sanrı; çok okunmayan ince bir kitabın boynu bükük kelimeleri de sanat, Gunther von Hagens’in ölü insan parçaları ile oluşturduğu vücut atlasları da sanat. Sanat birinin dudaklarında, renklerinde, başkalarının sesinde, hem illegal hem legal. Hem sipariş hem doğum.

Sabahları gözlerimi sanat müziğinin deruni müşfikliğiyle sarmaş dolaş açarken, bir tamburun tınısıyla ayaklanıyor, gün içinde dağların bulutlarına, Tanpınar’ın hayallerine, Macondo’nun sokaklarına düşüp kalkıp, Bernini’nin heykellerine bakarak gözlerimi kapatıyor ve günü tamamlıyorum. Böylesine bir tesadüfü ve kayboluşu bulmak nasıl bir medeniyet ya da ilkellik gerektiriyor düşünmeden duramıyorum.

Sanat, en çok var olan ve yok olan içimde.