Aynı sözlerin üstüne basa basa yürüyorum. Bu sözler, bana göre çok yüksek sözler, içinde bir şarkı var. Bu sözler, öyle sözler ki, söylense kınından sıyrılır, öyle sözler ki, insanı yolda bırakır, yüksekten aşağı insanı bırakır.
Söyledim tabi, çokça söyledim, ama söylemek sözün nişanını vurmuyor. Ben kendi kendime söyledim, ayakta durdum, bir sabaha karşı balkondan ışıklara doğru söyledim. Dudağım yarıldı, uçukladı, sözler dudağımda yandı, ağzımdan bir duman sanki, ama tütün değil, söz. Sözün dumanı.
Söz kuş oldu, cızırtılı bir uçuş, yakan bir nağme, ama dedim ya, öyle bir söz ki, ne bıraktı ne götürdü, öyle karşımda, ona baktım kaldım.
Birazdan sabah olacak, kuyudan su çekerim, sabahı oynar, giyinir ve şehre çıkarım. Gözler süzülür, önce bana sonra ışığa, ışık parıltılı, ışık sahte, ama çekici. Söz öyle mi ya? Ne çekici ne sahte. Söz bir ok gibi kalbimde durur, yürüdükçe kanar, kanadıkça yürür. Ama söz koymaz beni, dudağımdan uzak ışıklara doğru uçtukça uçar.
Birazdan sabah olacak, şimdi ben burada ağlasam ne olur gülsem ne. Burada olmanın olmamakla da bir farkı yok. Neyin farkı var ki? Hiçbir şeyin bir farkı yok. Koca bir hiç, dükkanı aç ya da kapa, farkı yok. Kitabı aç ya da kapa, farkı yok. Uyan ya da uyu, yaşa ya da öl, bir farkı yok. Yokluk ya da varlığın da bir farkı yok, böyle olmamalı. Ama yok.
Sabaha karşı bir huzursuzlukla uyandım, tersine bir hikaye yazmak istedim, sabahtan geceye, ama o sabahın gecesi. Ebediye akan zamanın kendisini hayret içinde bırakacak bir terslik. Zamanın tersine bir sabah, giyinmeden sokak, okumadan yazmak, uyumadan rüya, yaşamadan ölüm.
Birazdan sabah olacak, gece kimseyi beklemez, ama sabah bekler, bekler bizi.